François Georgeon bu derlemede yer alan, Osmanlı İmparatorluğunun son ve Türkiye Cumhuriyetinin başlangıç döneminde Türk milliyetçiliğinin gelişimi ve ulusal Türk devletinin kuruluşuna ilişkin makaleleri ulusun asıl doğuş anı üzerinde yoğunlaşıyor. Bu an, 19. ve 20. yüzyılların dönemecinde bir avuç insanın onun varlığını açıkladığı ve heyecanla bunu kanıtlamaya giriştiği andır.
Tadımlık
ÖNSÖZ
Okuyucu bu kitapta 1980 ile 1994 yılları arasında yayımladığım bir düzine makaleyi toplu halde bulacak. Söz konusu olan, bir kısmı genelleyici bir kısmı ise daha birikime dayalı, ama hepsi de aynı dönemi Osmanlı İmparatorluğunun sonu, Türkiye Cumhuriyetinin başlangıç dönemi ve aynı konuyu Türk milliyetçiliğinin gelişimi ve ulusal Türk Devletinin kuruluşu içeren çeşitli makaleler. Bu makalelerin ilki yirmi beş yıl önce, sonuncusu ise altı yıl önce yayımlandı. Bunlar çift yönlü bir araştırma deneyiminin sonucudur: 1970li yılların sonunda İstanbul Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsünde (IFEA) öğrenci olduğum ve Yusuf Akçura hakkındaki tezimi1 hazırlarken üç buçuk sene Türkiyede yaşama şansını elde ettiğim dönemde edindiklerim ve Pariste Centre National de la Recherche Scientifiquedeki araştırmalarımın ilk yılları süresince olgunlaşanlar. Makaleler, 1970-1980li yılların tüm izlerini taşıyor; doğal olarak da eskimeleri kaçınılmaz. Yayımlandıklarından bu yana, içinde yaşadığımız dünyada ne çok değişimler oldu! Bizzat Türkiyeye bakarak dahi bu kanıya varılabilir: 1980 darbesi, önce ekonomide, sonra daha yavaş bir biçimde politik yaşamda yaşanan liberalleşme; medyanın yaygınlaşması; Kürt milliyetçiliğinin ortaya çıkışı, Ermeni sorununun tekrar gündeme gelişi; politik İslamın ve İslamiyeti talep eden partilerin yükselişi; politik alanda sesini duyurmaya başlayan çokseslilik; tüketim toplumunun gelişmesi; Avrupa Birliğine girmek için yapılan girişimler... Tüm bu çalkantıların ortasında zaman zaman tartışma konusu edilse de, Mustafa Kemal Atatürkün koruyucu imajı tahtta kalmaya devam ediyor. Türkiyenin etrafında, jeopolitik çevresinde de çok çalkantılar yaşandı! Önce komşularda yaşanan savaşların etkileri, İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşı, Balkanlardaki çatışmalar, Irakın işgali, S.S.C.B.nin dağılması ve Türkiye çevresindeki yoğun sonuçları: Orta Asya ve Kafkaslarda kardeş cumhuriyetlerin kurulması, Karadenizin ticarete açılması, Balkan ülkelerine giriş serbestliği. Birinci Dünya Savaşının sonundan beri ilk kez büyük bir imparatorluğun parçalanmasına tanıklık ettik. S.S.C.B.nin kalıntıları üzerinde birbiriyle az çok bağıntılı ve yapay sınırları olan bir dizi ulus devlet ortaya çıktı. Gerçek bir imparatorluk ulusu olan Rusya bile Çeçen milliyetçiliğinin sertliğiyle karşı karşıya buldu kendini. Öte yandan, çokuluslu Yugoslavya şiddetli milliyetçiliğin patlamasıyla hızla parçalandı. Aynı zamanda, küreselleşmenin yeni bağlamında, Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi eski ulus devletlerin sınırlarını geride bırakma isteği de kendini gösterdi. Kısacası, iki karşıt anlayışla ilerliyor gibi görünen bir yakın tarihle yüz yüzeyiz: Bir yanda ulus devletin ve ulusçuluğun her zaman yaşayacak olan modeli ile birlikte kendi içine kapanma; diğer yanda göçlerin, işgücünün yer değiştirmesinin, ticari değiş tokuşların, kültürel ilişkilerin, dünya turizminin uluslararası etkileri ve küreselleşmeyle birlikte dışa açılma. İmparatorluklardan kopuş ve ulusçuluğun ortaya çıkmasıyla ilgilenenler için bu yakın tarihin sağladığı ne çok ders var! Ulus olgusunu kavrayışımız da bundan zorunlu olarak etkilenmiş durumda; her şeyden önce ulusçuluk tarihini okuyuşumuz bulanıklaştı. Geçmişin coşku dolu ve yakın zamanın parlak ulusal destanları yerlerini şüphe ve sorulara bıraktı. Ulusçuluğun topluluklara uygulanan bir zor kullanım olduğu gayet açık. Birileri için bir ulus devlete ait olma kıvancı varsa, ulusçuluk diğerlerine ister birey ister topluluk olsun birçok mensubiyete sahip olanları kendilerini tek bir kimlikte tanımlamalarını ve taraflarını seçmelerini buyuruyor. Kendilerini tek bir tarih, bir kavim, bir din, bir dil, bir yurt vb ile özdeşleştirmelerine karar vermeleri gerekecektir. Bundan dolayı, ulusçuluk ötekine karşı kuşku ve güvensizlik çağını başlatır: Artık kilisede, sinagogda ya da camide sık sık görüştüğümüz komşumuzun, arkadaşımızın, kardeşimizin, dindaşımızın ya da kahve köşelerinde sohbet ettiğimiz arkadaşlarımızın sadakatinden emin değiliz. Ya o göründüğü gibi biri değilse? Ya o bir düşmansa şu meşhur içerdeki düşman? Ulusçuluk harita üstünde kabaca sınırlar çizmezden önce, bireyler arasında görünmez ve acı verici sınırlar çizer. Buna bir de, özellikle eski sömürge imparatorluklarından doğmuş olan genç devletlerin durumunda, ulusal düş kırıklığı eklenir: yakın bir zamana kadar ulusal bağımsızlığın uyandırdığı düşler ve umutlarla karşılaştırıldığında şimdinin gerçekliklerine bağlı bir hayal kırıklığı duygusu. İster sömürgeciliğin mirası olsun ister imparatorlukların parçalanmasıyla oluşsun, ulus devlet modelinin hiçbir vaadini gerçekleştirmediğini kabul etmek gerekir. Kısacası, Freuda öykünerek ulus devletin huzursuzluğundan söz edebiliriz. Ulusçuluğu algılayışımızı değişikliğe uğratan yalnızca bu çağcıl tarih değil; ama aynı zamanda yirmi yıldan bu yana ulus olgusu üzerine ileri sürülen yeni düşüncelerdir. İçlerinden yalnızca en önemlilerini anmak amacıyla, Benedict Anderson,2 Ernst Gellner,3 Eric Hobsbawm,4 Michael Billig5 ve daha yakın zamanda, Anne-Marie Thiessein6 yapıtlarını sayacağım. Ulusçuluk vizyonumuz artık değişti: Vurgu, daha çok ulusçu hayaller, kafa yapıları, toplumsal dönüşümler, dinin yeri, temsiller, özellikle de ulusun yerinin haritadaki temsilleri, miras kavramı, sembolik olan, banal bir ulusçuluğun günlük gazetelere sızması (Michael Billig) üzerine. Bu çalışmalar bize ulusun doğal değil, kültürel; ulusçuluğun ise bir yapılanma olduğunu hatırlatıyor: Eğer ulusçuluk süreklilikler üzerine dayanıyorsa, onları dönüştürmekte; eğer geleneklere başvuruyorsa, onları keşfetmektedir. Anne-Marie Thiesse, La création des identités nationalesde Bir ulusun asıl doğuşu, bir avuç insanın onun mevcut o
Okuyucu Yorumları