Fransız felsefecisi ve yorumbilimcisi Paul Ricurün (1913-2005) anlatı yorumbilimi alanındaki başyapıtı olarak nitelendirebileceğimiz Zaman ve Anlatı Türkçede dört cilt olarak yayımlanacak.
Yazarın kuramsal görüşlerini temellendirdiği birinci cilt, Zaman-Olayörgüsü-Üçlü Mimesis altbaşlığıyla 2007de yayımlandı.
Tarih ve Anlatı altbaşlığını taşıyan bu ikinci ciltte, P. Ricur zaman ve olayörgüsü (anlatı) arasındaki ilişkiyi yorumlarken, öykülemeye karşı çıkan tarih yazarları ile öykülemeye ağırlık veren tarih yazarlarının görüşlerini tartışıyor, tarihi açıklama ile tarihi anlama arasındaki karşıtlığın belirgin özelliklerini gösteriyor, tarihyazımındaki olay tarihçiliği ile uzun süre tarihçiliğini en ince ayrıntılarına kadar çözümlüyor, kısacası tarihi yazış biçimlerinin felsefi temellerini sorguluyor.
P. Ricur tarihsel anlatıya yönelik bu araştırmayı geliştirirken, kendine özgü yorumbilimsel (hermenötik) kazı işlemini, tarihyazımında ve tarih felsefesinde önde gelen şu adların temel yapıtlarına uyguluyor:
P. Ariès, R. Aron, M. Bloch, F. Braudel, A. Danto, W. Dray, G. Duby, Ch.
Frankel, F. Furet, W. B. Gallie, P. Gardiner, C. G. Hempel, E. Husserl, E.
Labrousse, J. Le Goff, M. Mandelbaum, H.-I. Marrou, L. O. Mink, E. Nagel, G.
Ryle, F. Simiand, P. Veyne, M. Vovelle, M. Weber, H. White, H. von Wright, vb.
Tadımlık
Yapıtımızın birinci bölümünde anlatısal söylemin özelliklerini belirlemeye çalıştık ama bu alanın günümüzde tarihyazımı ile kurmaca anlatı gibi iki büyük ayrımından söz etmedik. Ancak bu arada, tarihyazımının gerçekten söz konusu alana bağlı olduğunu üstü kapalı bir biçimde kabul ettik. Şimdi sorgulayacağımız işte bu bağlılık olayı olacak.
Yapacağımız araştırmanın kökeninde, eşit güçte iki inanç yer almaktadır. Bunlardan ilkine göre, tarihin anlatısal özelliğini, tarihin özel bir biçiminin sürüp gitmesine, yani anlatısal tarihe bağlamak günümüzde yitirilmiş bir davadır. Bu açıdan, benim tarihin eninde sonunda anlatısal olduğuyla ilgili savım, hiçbir biçimde anlatısal tarihin savunulmasıyla karışmaz. Benimsediğim ikinci inanç ise şudur: Eğer tarih, bir öyküyü izleme konusunda sahip olduğumuz temel yeteneğimizle ve anlatının anlaşılmasına ilişkin bilişsel işlemlerle (bu yapıtın birinci bölümünde betimlemiş olduğumuz biçimiyle) her türlü bağını koparacak olursa o zaman toplumsal bilimlerin birliği içinde ayırıcı özelliğini yitirir: Tarihin tarihsel olma özelliği biter. Peki ama ne türden bir bağdır bu? Asıl sorun da işte buradadır.
Sorunu çözmek amacıyla tarihin yarı-yazınsal, yarı-bilimsel özellikli belirsiz bir bilim dalı olduğunu ileri süren kolaycı çözüme başvurmak istemedim. Bu çözüm yoluna göre, tarihin epistemolojisi söz konusu durumu ancak üzüntüyle kaydedecek ve bunu da hiçbir biçimde anlatı tarzı olmayan bir tarih için yapacaktır. Bu tembel seçmecilik, yapmak istediğimin karşısında yer alır. Benim ileri sürdüğüm sav ise şudur: Anlatısal biçimden en uzak olan tarih, anlatının anlaşılması olayına bir türeme bağıyla ilişkide bulunmayı sürdürmektedir; bu bağ da uygun bir yöntemle adım adım, derece derece yeniden oluşturulabilir. Söz konusu yöntem, tarihsel bilimlerin yöntembiliminden değil de bir bilim dalının kavranabilirliğiyle ilgili en son koşullar üstüne sürdürülen ikinci dereceden bir düşünce biçiminden kaynaklanır: Bu disiplin de bilimsel tutkusu gereği, türeme bağını (özgüllüğünü gizlice korumayı sürdürecek olan türeme bağını) unutma eğilimi içinde olacaktır.
Böyle bir savın tarihsel zamanla doğrudan bir içerme ilişkisi vardır. Tarihçinin, kendi konusuna ve yöntemine uygun zamansal parametreler oluşturma ayrıcalığına sahip olduğundan hiç mi hiç kuşkum yok. Ben yalnızca bu tür yapılandırmalardaki anlamın aktarma olduğunu savunuyor ve mimesis II başlığı altında betimlediğimiz anlatısal biçimlendirmelerin anlamından dolaylı olarak türediğini, bu anlatısal biçimlendirmeler arasında da eylem dünyasına özgü zamansallık içinde kök saldığını ileri sürüyorum. Böylece tarihsel zamanın oluşturulması [yapılandırılması], girişimimin en önemli iddialarından biri olacak: Yani hem bir sonuç hem de bir denek taşı olacak.
Demek ki, ileri sürdüğüm sav, şu iki savdan da uzaktır. Bunlardan biri, anlatısal tarihin gerilemesinden kalkarak tarih ile anlatı arasındaki her türlü bağın yadsınması sonucuna ulaşan ve tarihsel zamanı anlatı zamanı ile eylem zamanı içinde dayanaksız bir yapılanma haline dönüştüren savdır. Uzak olduğum ikinci sav ise, tarih ile anlatı arasında doğrudan bir bağ kuran (sözgelimi tür ile cins arasındaki doğrudan bağ gibi) ve eylem zamanı ile tarihsel zaman arasında doğrudan okunabilir bir süreklilik kuran savdır. Benim savım ise, dolaylı bir türeme bağının ileri sürülmesine dayanır: Böyle bir bağ aracılığıyla tarihsel bilgi anlatının anlaşılması olgusundan kaynaklanır ve kendi bilimsel tutkusundan da hiçbir şey kaybetmez. Bu bakımdan tam da ortada yer alan bir sav değildir.
Tarih ile anlatı arasındaki dolaylı bağları yeniden kurmak, tarihçinin düşüncesindeki yönelmişliği gün ışığına taşımak demektir sonuç olarak. Bu yönelmişlik aracılığıyla da tarih, insan eyleminin alanına ve onun temeldeki zamansallığına dolaylı olarak ulaşmayı amaçlar.
Böyle bir dolaylı amaç sayesinde, tarihyazımı, çalışmamızın birinci bölümünde kat ettiğimiz büyük mimesis döngüsü içine yerleşir. Tarihyazımı da pragmatik yeteneğimiz içinde kök salar, ama türemiş biçimde; bunu da mimesis I de yaptığımız betimlemeye uygun olarak, zaman içinde meydana gelen olaylara düzen vermesiyle gerçekleştirir. Tarihyazımı, üst sırada yer alan zamansal yapılandırmalar aracılığıyla praksis alanına biçim verir: Söz konusu zamansal yapılandırmalar, mimesis II in bir özelliği olan anlatı zamanına tarihyazımı tarafından eklenmiştir. Tarihyazımı yine son olarak, anlamını praksis alanını yeniden-biçimlendirme içinde bütünler ve mimesis III ün doruk noktasına ulaştığı, varoluşun yeniden gözden geçirilmesine katkıda bulunur.
İşte girişimimin en uzak ufku budur. Ancak, ben onu buradaki ikinci bölümde sonuna kadar götürmeyeceğim. Mimesis III e denk düşen son kesiti ayrı bir araştırma içinde ele almak durumundayım. Gerçekten de, tarihin eylem v
Okuyucu Yorumları